DÜZEN SİZİN, MÜCADELE BİZİM!

DÜZEN SİZİN, MÜCADELE BİZİM!

Emperyalistlerin hızla yeni bir savaşa hazırlandıkları sadece aldıkları bu türden kararlarda görülmemektedir. Aynı zamanda sözcüleri tarafından yapılan açıklamalarda da yeni bir paylaşım savaşına hazırlandıklarının işaretlerini vermektedirler.

2 Temmuz 2025

İsrail’in İran’a saldırısıyla başlayan, ABD emperyalizminin de İran’ın nükleer tesislerini bombalamasıyla tırmanan savaşın, 12. gününde bittiği ilan edildi. Gerici ve haksız savaşların doğasında var olan “önce gerçeği öldürmek” ilkesi, bu savaşta da devreye girdi. Savaşın başlangıcından bittiğinin ilan edilmesine kadar geçen süre içinde tarafların yaptıkları açıklamaların objektif durumu yansıtmadığı rahatlıkla ifade edilebilir. Her iki gerici rejim de bir yandan birbirlerine saldırırken diğer yandan propaganda savaşı içinde olmuşlardır. Sonuçta 12 günlük savaşın ardından iki tarafta “zafer” ilan etmişlerdir. Savaşan tarafların karşılıklı olarak “zafer” ilan ettikleri yerde kaybedenin başta İran ve İsrail halkı olmak üzere bölge halkları olduğu ise apaçık bir gerçek olarak orta yerdedir.

Öte yandan Siyonist İsrail ile İran İslam Cumhuriyeti rejimleri arasında bittiği ilan edilen savaşın gerçekte gelecekteki savaşa hazırlanma molası olduğu açıktır. Emperyalizm ve bölgesel gericilik var olduğu müddetçe yeni savaşlar her zaman mümkündür ve dahası “barış”lar savaşa hazırlanmak için yapılmaktadır. Bu anlamıyla İsrail ile İran arasındaki 12 günlük savaşı, iki gerici bölgesel gücün bir kez daha karşılıklı olarak birbirlerini yıprattıkları ve askeri kapasitelerini denedikleri bir çatışma olarak değerlendirmek gerekir.

Savaşın baş kışkırtıcısının ABD emperyalizmi ve İsrail siyonizminin olduğu apaçık bir gerçek olarak orta yerde dururken, ABD emperyalizmi ve onun şu andaki sözcüsü konumunda olan Donald Trump’ın “dengesiz” açıklamalarını gerçekte İran’ı oyalamak ve İsrail saldırısına hazırlık yapmak olarak anlamak gerekir. İsrail’in İran’a yönelik saldırısından ABD’nin habersiz olduğunu savunmak doğru olmadığı gibi, İsrail’in Orta Doğu’da ABD emperyalizmi açısından oynadığı rolü yok saymak demektir.

İsrail Siyonizmi ve TC faşizmi, Orta Doğu başta olmak üzere coğrafyamızda ABD emperyalizminin “ileri karakolu” olarak işlev görmektedirler. Dolayısıyla her iki bölgesel gerici gücün politikalarının başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizminin yöneliminden bağımsız olmadığı ve olamayacağı açıktır. Bu anlamıyla İsrail’in İran’a yönelik saldırısına ABD emperyalizmi doğrudan destek verirken, TC devleti NATO askeri üslerinin kullanımıyla dolaylı olarak destek vermiştir.

İran’a saldırının gerekçesi yapılan “nükleer silah geliştirme programı”nın önlenmesinin ise bir bahane olduğu açıktır. Bu türden açıklamaların emperyalistlerin saldırganlıklarını kitlelerin gözünde meşrulaştırmak için sıklıkla başvurdukları bir kara propaganda olduğu tarihsel örnekleriyle sabittir. Kaldı ki, İran gerici rejiminin nükleer silah üreterek kendi varlığı açısından bir tehdit olduğunu savunan İsrail siyonizminin elinde nükleer silahlar bulunmaktadır. ABD emperyalizminin ise nükleer silah kullanan ve bu anlamıyla “sabıkalı” bir güç olduğu, enternasyonal proletarya ve ezilen dünya haklarının tarihsel bilincinde yer etmiştir.

Bununla birlikte şu gerçeği de ifade etmek gerekir; İsrail ile İran arasında savaş sürerken, ABD emperyalistlerinin İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırısı, kendi burjuva hukuklarında bile yasaktır.

Buna rağmen üç nükleer tesisisin bombalanması apaçık bir insanlık suçudur. Bombalama sonucunda oluşacak bir nükleer sızıntı nedeniyle başta bölge halklarının yaşamı olmak üzere, doğanın ve çevrenin tahribi, milyonlarca canlının yaşamı tehlikeye atılmıştır. Bu anlamıyla emperyalistler açısından başta insanlar olmak üzere binlerce canlının, doğanın ve çevrenin bir önemi olmadığı bir kez daha kanıtlanmıştır.

Öte yandan ABD emperyalistlerinin nükleer tesislere saldırıdan önce İran’a haber verdikleri de kimi kaynaklarca ifade edilmiştir. Yine İran’ın ABD’nin bölgedeki askeri üslerine yönelik misilleme saldırılarının da önceden bildirildiği, ABD Başkanı D.Trump’ın açıklamasındaki “teşekkür” ifadelerinden anlaşılmaktadır. Bütün bu açıklamalar, emperyalistler ve bölge gerici devletlerinin bir yandan karşılıklı olarak birbirlerini bombalarken diğer yandan el altından görüştükleri anlamına gelmektedir.

İsrail ile İran arasında savaşın bittiğinin açıklanmasının hemen ardından emperyalistlerin yeni bir savaşa hazırlandıklarının en iyi göstergelerinden biri 24-25 Haziran’da Hollanda’da iki gün süren Lahey Zirvesi’nde alınan kararlardır.

Bu zirvede, ABD emperyalizmi önderliğinde 32 NATO müttefiki, ülkelerinin “savunma harcamalarını” önümüzdeki 10 yıl içinde GSYİH’nin yüzde 5’ine çıkarma konusunda anlaştıklarının açıkladılar. Bu kararın anlamı, emperyalistlerin ve bölge gerici devletlerinin “savunma” harcamaları adı altında silahlanmaya ve savaşa hazırlık yaparken, işçi sınıfı ve emekçi halkın yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleşmesidir. Bu kararla yapılmak istenen daha iyi bir çalışma ve yaşam koşullarının sağlanması değil, emperyalist gerici ve haksız savaşlara bütçenin ayrılmasıdır.

Emperyalistlerin hızla yeni bir savaşa hazırlandıkları sadece aldıkları bu türden kararlarda görülmemektedir. Aynı zamanda sözcüleri tarafından yapılan açıklamalarda da yeni bir paylaşım savaşına hazırlandıklarının işaretlerini vermektedirler.

Örneğin göreve geldiğinde “barış vadeden” ABD Başkanı D.Trump, daha bir yıllık görevini doldurmadan Yemen ve İran’a saldırmıştır. Bu durum bile emperyalistlerin ikiyüzlü tutumunu göstermektedir. D.Trump, Lahey’deki NATO zirvesinde düzenlenen bir basın toplantısında ise Rusya Devlet Başkanı Putin’in Ukrayna’daki tam kapsamlı işgalin ardından başka ülkeleri de işgal etme ihtimalinden bahsedebilmektedir. Yine NATO Zirvesi Deklarasyonu’nda “Müttefikler özellikle Rusya’nın oluşturduğu uzun vadeli tehdit ve terörizmin sürekli tehdidi olmak üzere derin güvenlik sorunları görüyor” ifadeleri kullanılmaktadır. (25 Haziran)

Benzer bir açıklama Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, St. Petersburg’da düzenlenen 120’den fazla ülkeden temsilcinin katıldığı Uluslararası Ekonomi Forumu’nda konuşmasında da yapılmaktadır. V.Putin, İran-İsrail çatışmasının 3. Dünya Savaşına dönüşme ihtimaline ilişkin bir soruya, “Bundan endişe duyuyorum, ihtimal artıyor. Özellikle de Ukrayna’daki askeri çatışmalar ve Orta Doğu’da yaşananlar, İran’daki gelişmeler ve olası riskleri göz önünde bulundurduğumuzda” biçiminde cevaplamaktadır. (20 Haziran)

Emperyalizme uşaklık ve halka saldırganlık

İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını sert bir şekilde kınayan TC devleti sözcüleri, ABD’nin İran’a yönelik saldırısı karşısında ise sadece “kaygılarını” dile getirmiştir.

Bu ikiyüzlü tavır, TC devletinin başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizmi karşısındaki yarı sömürge koşullarıyla ilgilidir. NATO’nun Lahey Zirvesi’nde ABD Başkanı D.Trump’la “samimi poz” verme yarışına giren TC Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan aynı zamanda TC devletinin emperyalizmin “emir eri” olduğunu bir kez daha teyit etmiştir.

NATO Zirvesinde D.Trump ile R.T.Erdoğan’ın verdiği “samimi” görüntü ve “dostum Trump” açıklaması aynı zamanda İsrail’in neden Türkiye’ye saldırmayacağını da göstermektedir. İsrail ile TC devleti, ABD öndeliğinde batı emperyalizminin başta Orta Doğu olmak üzere coğrafyamızda “stratejik müttefik”leridir. Bu gerçeklik orta yerdeyken, TC sözcülerinin sabah akşam “İsrail Türkiye’ye saldıracak” açıklamaları, ırkçılığın ve şovenizmin köpürtülmesiyle kitleleri kendi arkalarında yedekleme politikasının ürünüdür.

Kuşkusuz İsrail ve TC bölgesel iki gerici güç olarak bölgede rekabet halindedirler. Bu rekabet iki gerici gücün karşılıklı olarak birbirlerine yönelik üst perdeden açıklama yapmalarına yol açmaktadır.

Bu bağlamda örneğin TC devleti, Filistin ulusal mücadelesini kendi söylemleri için araçsallaştırırken, İsrail’le ticareti ısrarla sürdürmektedir. İsrail ise Kürt ulusal meselesini kendi bölgesel çıkarları açısından dillendirmektedir.

Her iki gerici devlet de bölgesel çıkarları için birbirlerinin çelişkilerini ön plana çıkarmakta ve fakat emperyalizme uşaklıkta sebat etmektedirler. Bu nedenle “İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı” söylemi Türk hakim sınıflarının “iç cepheyi tahkim etme” politikasıyla ilgilidir. Dış düşman yaratarak iç düşmanı hizaya getirme politikasının ürünüdür.

Nitekim TC devleti içerde işçilere asgari ücret zammı yapmaz, emeklilere açlık sınırı altında maaşı dayatırken aynı anda NATO’da “savunma” harcamalarının % 5 yükseltilmesine onay vermekte sakınca görmemektedirler. Bunun anlamı şudur; TC devleti NATO üyeliği sıfatıyla, ABD emperyalizminin güvenliği ve yeni işgal saldırıları için bütçesinden 2 trilyon 336 milyar TL’yi silaha ve savaşa ayırırken aynı günlerde yarım milyonun üzerinde kamu işçisine kamu çerçeve protokolü zam teklifi olarak yalnızca % 1 yükseltmeyi teklif etmektedir. Bu örneğin de açıkça gösterdiği üzere TC devleti, işçi sınıfının ve emekçi halkın insanca yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması yerine savaşa ve silaha bütçe ayrılmaktadır.

Türk hakim sınıfları emperyalistler arasında giderek sertleşen çelişkiden ve yeni bir emperyalist paylaşım savaşı ihtimalinden kendi sınıfsal çıkarları için azami derecede yararlanma politikası izlemektedirler.

“Savunma” adı altında savaşa ve silaha yatırım yaparak aynı zamanda başta “Erdoğan’ın damadı” olmak üzere “yandaş” şirketlere bütçeden pay ayırmakta ve daha da zenginleşmeleri sağlanmaktadır. Komprador burjuvazinin kâr hırsının her şeyin üzerinde olduğu “Erdoğan’ın damadı”nın sahibi olduğu silah şirketinin, İsrail ordusuna silah tedarik eden İtalyan silah tekeliyle yaptığı anlaşmadan da görülebilir.

AKP-MHP iktidarının “Filistin’e dua, İsrail’e gemi” politikası tüm hızıyla sürmekte, Filistinliler kitlesel olarak katledilirken, komprador burjuvalar daha da zenginleşmektedir. Başta R.T.Erdoğan olmak üzere yakın aile çevresinin dünyanın en zenginleri listesinde ön sıralarda olmaları bu nedenle asla tesadüf değildir.

Emperyalist paylaşım savaşı ihtimali ve bölgesel çatışmalar sadece yandaş kompradorları palazlandırmak amacıyla değil, aynı zamanda “iç cephe tahkimi” adı altında burjuva siyasetin dizayn edilmesi amacıyla da kullanılmaktadır. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” denilerek, bir yandan burjuva ana muhalefet partisi üzerinde yargı yoluyla baskı sürdürülmekte diğer yandan “İsrail Türkiye’ye saldıracak” söylemleri altında, “Terörsüz Türkiye” denilerek Kürt ulusal hareketiyle adı konulmayan bir “süreç” yürütülmektedir.

Kürt ulusal hareketiyle A.Öcalan üzerinden yürütülen “süreç” doğrultusunda, Kürt ulusal hareketi cephesinden adımlar atılmış olmakla birlikte, TC devleti açısından başta hasta tutsakların serbest bırakılması olmak üzere en basit adımların atılmadığı bir gerçekliktir. Şimdilerde “süreç”in komisyonlara havale edilmesi üzerinde durulmaktadır.

Türk hakim sınıf klikleri arasında iktidar mücadelesinin İBB Başkanı E.İmamoğlu başta olmak üzere burjuva muhalefete yönelik tutuklama saldırısıyla yeni bir aşamaya evrildiği biliniyor. 19 Mart süreciyle birlikte gelişen kitle hareketinin CHP tarafından önemli oranda kendi politik çizgisinin arkasına yedeklendiği, sürecin imza kampanyası ve mitinglerle sürdürüldüğü ve bu durumun AKP-MHP iktidarını rahatsız ettiği görülmektedir.

Bu nedenle CHP’ye yönelik “kurultay davası”yla kayyum atanması devreye sokulmuştur. Kuşkusuz burada, AKP-MHP açısında belirleyici olan, CHP’nin beklenilenin üzerinde bir refleks göstermiş olmasıdır. Bu nedenle, CHP’nin eski genel başkanı aracılığıyla denetim altına alınması ve iktidar açısından makul muhalefet yapması hedeflenmektedir.

Burjuva siyaset düzleminde “Ankara kulisleri”nde yeni pazarlıkların yapıldığı açıklanmaktadır.

Kurtuluş devrimde, örgütlenmede ve mücadelededir!

Son haftalarda hem iktidar cephesi açısından hem de burjuva muhalefet içinde yaşananlar, iktidarıyla muhalefetiyle burjuva siyasetin sınıfsal özünü, halk düşmanı niteliğini göstermesi açısından önemlidir. İktidarıyla muhalefetiyle çürümüş bir sistemden, bozuk bir çarktan bahsettiğimiz bilinmelidir. İktidarıyla muhalefetiyle burjuva siyasetin bütün amacı bu bozuk düzenlerini sürdürmektir. Bütün o “iç cephe” söylemi, “mutlak butlan” pazarlıkları, kurulu düzenlerinin sürgit devam etmesi amaçlanmaktadır.

İki çocuk annesi genç bir kadının, çocuklarına yemek yapamadığı için intihar ettiği; yoksulluğun giderek derinleştiği ve bu nedenle yüzlerce kişinin internet üzerinden organlarını satışa çıkardığı, her gün en az üç kadının katledildiği, “Aile Yılı” adı altında LGBTİ+lara yönelik saldırıların ve nefret söyleminin arttırılarak devam ettiği bir düzenden bahsettiğimiz ortadadır.

Her gün azgın sömürü koşulları içinde iş cinayetlerinin sürdüğü, katledilenlerin bir kısmının ise çocuk işçi olduğu, MESEM adı altında çocuk işçiliğinin sürdürülmesinin yetmediği koşullarda “zorunlu eğitim”in tartışmaya açılarak “çocuk işçi ordusu”nun artırılması gerektiği açıklamalarının yapıldığı bir ortamdayız.

Bütün bu azgın sömürü koşulları ve katliamların yanında doğa ve çevrenin talan edilmesinin ısrarla sürdürüldüğü, “Zeytin Yasası” adı altında zeytinliklere çökmenin yasalaştırılmaya çalışıldığı bir düzenden bahsettiğimiz bilinmelidir.

Bu koşullar altında direnen ve mücadele edenler olduğu da unutulmamalıdır. İşgal ve savaş karşıtı eylemler, zeytinliklerine çökmek isteyenlere karşı mücadele eden köylüler, hedef göstermelere ve katledilmelere karşı “onur bayrağını” dalgalandıran LGBTİ+ların sokakları terk etmeyen direnişi, büyüklü küçüklü ısrarla sürdürülen işçi direnişleri, öğretmen sendikasının Ankara’ya yürüyüşü gibi hepsini burada sayamayacağımız örnekler, coğrafyamızda sınıf mücadelesinin bütün saldırılara rağmen ısrarla sürdürüldüğünü göstermektedir. Bu direnişlerin bir parçası olmak geleceği kazanmada tayin edicidir.